Türkçeden Kalkıp Fransızcaya Gitmek
Türkçeden Kalkıp Fransızcaya Gitmek
3.500 kilometre. Herhangi bir arama motorunun “Türkiye ile Fransa arası kaç kilometredir?” sorusuna verdiği rasyonel yanıt: 3.500 kilometre. Paris’te yaşadığım süre boyunca ülkelerin matematik konumları nasıl asırlardır aynıysa yine aynı kaldı, fakat ben bu kilometre hesabında sıklıkla yanlışlıklar sezdim. Zaman zaman 3.500 kilometreden fazlasını, zaman zaman çok daha azını hissettim. Bazen Paris’teydim, buna rağmen Paris’ten uzaktaydım ve bu hisse sahipken şehrin şehre en yabancı insanı bendim. Bazen de Paris’teydim ve Paris, Ankara’dan farksızdı. Yani doğup büyüdüğüm şehirdi, insanları bana benziyordu. O zamanlarda da şehrin en yerlisi bendim.
Peki bu ikileme nasıl sahip oldum? Neden hiç 3.500 kilometreyi gerçekten 3.500 kilometre olarak hissetmedim? Cevap vereyim, haklı bir gururla, çünkü yolculuğum Türkiye ve Fransa arasında değil, Türkçe ve Fransızca arasındaydı. Bir bakıma hiçbir zaman Ankara’dan kalkıp Paris’e gitmedim de Türkçeden kalkıp Fransızcaya gittim sanki. Diller arası bir mesafede yol aldım ve bu mesafenin metrik sistemde karşılığı yoktu, yalnız kelimelerde ve kültürlerde tekabülü vardı. Sayısal verilerin keskinliğinden uzak, esnek ve aslında hayali bir ölçek türüydü bana ikilemimi hissettiren. Ben bu ikilemde “Çeviri bilincine sahip olmak insana ne yapar?” sorusunun cevabını öğrendim.
Seyahat etmek, gezgin olmak, bir başka ülkeye yerleşmek gibi olgular bir tek gözümüzün gördüğü o upuzun yolların aşılmasıyla gerçekleşmez. Dillerin ve kültürlerin arasında üzerine bordür döşenemeyen veya asfalt dökülemeyen yollar mevcuttur. Sınırlarına çizgi çekilemez ya da oralarda bayrak dalgalanamaz. Onları keşfetmek isteyen herkese aittirler, pasaport gerekmez. Bu yolların mimarları ise çevirmenlerdir. Mesela çevirmen dünyanın bir köşesinde, tarihin bir döneminde var olmuş epik kahramanları ya da mesela bir mayıs akşamı çalışma masasının loş ışığında duygularıyla kavrulurken gözyaşlarını şiire dönüştüren yazarları alır, hedef dile ve kültüre sunar. Bu sunuşla, bahsi geçen kahramanların ya da yazarların farklı kültürlerde var olan okuyucu kitleleri arasında bağ kurdurur. Bir başka deyişle çevirmen, insanı insana, kültürü kültüre ve dili dile benzeştirerek mesafeleri bir uzayıp bir kısalan esnek yollar inşa eder. İlk bakışta artık makinelerin saniyeler içinde yapabildiği, basitleştirilmiş ifadesiyle bir kelime dönüştürme işlemi için ne kadar da abartılı ve ağdalı bir anlatım değil mi? Bence değil çünkü kelimelerden bahsediyoruz.
Kelimeler özlerinde ait oldukları kültürlerin izlerini ve hikâyelerini barındırırlar. Çevirmenler ise yüzeyde olan kelimeyi hedef dilin yüzeyindeki bir başka kelimeye dönüştürmekten çok, bir arkeolog gibi, öncelikli olarak bir “kazı” işlemi yapmak durumundadırlar. Yani, o kelimenin ardında bir geçmiş, bir yaşanmışlık olduğunu bilerek ince ince yüzeyden derinlere inmeli ve bulgusuna karşı hassas olmalıdır. Çeviri ile tüm bu hikâyelerin hedef kitleye aktarımı yerelleştirme, yorumlama, kültürel açıklamalar ekleme, hatta bazen metni yeniden düzenleme gibi çevirmen kararları ile mümkün olabilir. Fakat sanırım her şeyden önce, çevirmenin yerleşmiş bir çeviri bilincine sahip olması gerekmekte. “Yerleşmiş” demekle kastım, çevirmenin ülkeler değiştirmekle dahi katedilemeyecek mesafeleri, diller arası yolculuğu ile mümkün kılan bir seyyah olabilmesi. Böylece “Çeviri bilincine sahip olmak insana ne yapar?” sorusunun cevabı bir kez daha açığa çıkıyor: Bilinç dışında yollar arşınlama ve yeni manzaralar görme gücünü vadeder.
Her şey bir kelimeyle başlamıştı. Tüm bu farkındalığın oluşması ve hâliyle bu metnin ortaya çıkması Paris günlerimde öğrendiğim bir kelimeyle başlamıştı. Flâneur, Fransızcada bebek arabası demek. Fakat bu kelimenin ilk anlamıdır. Sahip olduğum bilinç, zaman içerisinde bu kelimeye kazı çalışması yaptı, yavaş yavaş ve ince ince. Bu kazının bulgusuna baktığımda kendimin bir flâneur olduğunu öğrendim. Fransızlar bu kelimeyi insanları gözlemlemek dışında özel bir amacı olmadan, biraz da amaçsızca etrafta gezinen kişiler için bir sıfat olarak kullanıyorlar. Yani tıpkı bir bebek arabasına bir başkası tarafından konumlandırılmış, ne yaptığına dair bir fikri olmayan, sadece etrafı izleyerek sokaklarda gezinen bir bebek gibi. Kelimenin Türkçe bir karşılığı yok, fakat birkaç kaynaktan gördüğüm kadarıyla “flanör” olarak Türkçeleştirilmiş. Sanırım daha önce caddelerde başıboş gezinen ve insanları gözlemleyen kişileri tanımlamaya ihtiyaç duymamışız ya da bu kişileri hiç fark etmemişiz. Hatta belki de bu kişiler Türkçede hiç mevcut olmadı. Bir ihtimal “aylak” olarak çevirebilirdim bu kelimeyi fakat kelimeyi duyup anlamını öğrendiğimde zihnim “aylak” demek istemedi. Genelde bire bir çevirisi olan İngilizce veya Fransızca kelimeleri
çevirmek istediğimde Türkçe karşılıkları zihnimde bir ambulans ışığı gibi kuvvetli ve göz alıcı bir şekilde yanıp söner. Kelime “bilinciyle hareket etmeyen” anlamı taşıdığı için sanırım “aylak” çevirisini doğru kabul edemiyorum. Çevirisini yaptığım bir metinde karşıma çıkmış olsaydı, bağlam izin verdiği sürece, kelimeyi Fransızca hâli ile metne yerleştirir bir çevirmen notu ekleyerek anlamını ifade ederdim çünkü bu kelimenin kültür çıkışlı olduğu aşikâr. Batı toplumlarının bireyselliği merkeze alan yaşam tarzlarından kaynaklanıyor olsa gerek, sokaklarda, parklarda, müzelerde ya da herhangi bir yerde yalnız insanlar görmek çok olağan.
Buradaki “yalnız” Türkçedeki alışılmış hâliyle ses tonumuza hafiften bir acıma kondurmasın. Kültürlerinde var olan sağlıklı bir yalnızlıktan bahsediyorum. Paris kafelerindeki sandalye dizilimlerini daha önce görmüşsünüzdür. Masanın karşısındaki diğer sandalyeye yüz yüze değil, bütün sandalyeler aynı hizada yan yana ve sokağa dönük şekilde. Çünkü Parisliler flâneur gibi yaşıyorlar. Birileriyle bir kafede yan yana otururken bile yalnız kalabiliyorlar, sokağa dönük ve başka insanları gözlemleyerek vakit geçiriyorlar. Bu durum onlar için dışarıdan fark edilemeyecek kadar normal çünkü her kültürden aşılanmış davranış gibi bunu da bilinçleri yarı kapalı bir şekilde yapıyorlar. İşte bu nedenle “belki de bu kişiler Türkçede hiç mevcut olmadı” diyerek kelimeye direkt bir Türkçe karşılık aramayı reddettim.
Dergimizin geçtiğimiz sayısında anlatma şansı bulduğum Aurora Leigh çevirimin bu farkındalıklar sonucu da değişime gittiğini çocuksu bir heyecanla şimdi yeniden ifade etme şansı buluyorum. Eserin geçen yıl üzerinde çalıştığım altıncı bölümü Paris’te geçiyordu ve ben o satırları bu gözlemlere sahip olmadan çevirmiştim. Çeviri metnini baştan yaratacak değişimlerden söz etmiyorum. Altıncı bölümde Aurora’nın altın kubbesini uzun uzun anlattığı Les Invalides’e karşı bir şeyler içerken zihnimde oluşan yeni anlatım boyutlarından söz ediyorum.
Bazen sözlüklerde kaybolmak, kitaplara boğulmak çare olmuyor da Türkçeden kalkıp Fransızcaya gitmek gerekiyor. Flâneur olmak, insanları izlemek, gözlemler yapmak ve bağlar kurmak gerekiyor. Hepsini bir arkeolog gibi, dikkatlice kazarak, yüzeydekine kanmayarak, toprağın altındakine saygı göstererek…
Görsel Referanslar:
- Fotoğraflar yazarın kendi arşivindendir