Thomas Hardy and His Tale: Bringing Nature and Human Being Together in Words
Thomas Hardy and His Tale: Bringing Nature and Human Being Together in Words
Just as Claude Monet comes to mind when one thinks of the best description of nature in painting, Thomas Hardy is the first author who comes to mind when one thinks of the purest depiction of nature in English literature.
After being taken out of school at the age of sixteen and apprenticed to an architect, the autodidact writer, who woke up at four in the morning for a long time to learn French and German and read Greek and Latin classics, he was so hopeless to get literature out of his mind that he wrote, “I feel as if I had lived a long time and done very little.” Throughout his life, Hardy making little big enough to embrace the seas used nature as a mirror of man in his novels, poems and tales.
In Turkish, it is seen that the author’s novels are prioritised and translated rather than his short stories and tales. The fact that his stories are not valued as much as his novels led me to choose and translate a tale written by him, hence there is not any translated collection of Hardy’s stories except for Life Little Ironies in Turkish. Therefore, as the one of Hardy’s few translated stories, The Romantic Adventures of a Milkmaid has been translated into Turkish for the first time. It is an indescribable happiness and honour for me to be able to bring one of Hardy’s work, whom I have admired since high school, into my native language. During the translation process, I have always felt like he has been watching behind of me.
The Romantic Adventures of a Milkmaid, written in 1883 by Hardy, was first serialized in Harper’s Weekly in New York and the full text was published in The Graphic which was an illustrated weekly newspaper and literary journal in England.
In the beginning of the tale the milkmaid, Margaret Tucker, witnesses the suicide attempt of Baron Von Xanten and discourages him from this attempt unwittingly. After the Baron wants to fulfil her wish in gratitude, Margery asks him to attend a ball which will be a turning point in her imagination and real life, her feelings and desires.
It is not a love story but such a realistic story about the desires and fantasies of a young maiden that the author himself added in his notes that he changed the ending of the tale for the readers and critics of his time could not have borne it.
Given Hardy’s use of nature as such an intense metaphor for man, the translation process was not only satisfying but also difficult for me.
In the following section, it can be seen that there are a lot of descriptive elements in the tale, and at this point my most frequent recourse as a translator was to try to imagine in my own mind what the author described in the text. As I had a vivid picture in front of my eyes, the visual scenes like Margery’s facial features and clothes, the shape of the house and its garden became easier to express in Turkish.
The tale consists of long and complex sentences which are connected to each other mostly with comma and conjunctions. I have tried to remain faithful to Hardy in his decisions of sentence structure for I realised that he could create more intense and effective expressions in the context of the tale with long and consecutive sentences.
Another feature which is special to Hardy is the use of some small and subtle distinctions in his work which enhances the pleasure of reading act when recognised. For example, he changes addressing her as ‘the young girl’ to ‘the young woman’ after Margery says that she feels herself ‘too near womanhood’. Realising these little details makes the translation process bewitching and it is what the most impressive part of this translation is.
Having completed this beautiful experience with happiness and success, I would like to leave it in readers’ hands. I hope that every decision made during the translation process, which I have recognised and taken care to convey to the reader, will enhance your reading pleasure and make Hardy behind the lines to you as transparent as I have seen him.
The Romantic Adventures of A Milkmaid was published by Harper & Brothers Publishers in 1913 as a part of A Changed Man and Other Tales, a collection of Hardy’s stories. In the following part, there is a two-page extract translated by me into Turkish between the pages 306-310 of the book.
Sütçü Kızın Romantik Serüveni
Birinci Bölüm
Genç ve atik yürüyüşlü bir kadının silüetiydi bu. Yaklaştıkça üzerindeki kıyafetlerin renkleri ve diğer detayları ortaya çıkıyordu: -kış bittiğinden- parlak pembe pamuklu bir elbise giyiniyordu ve -yaz henüz gelmediğinden- çoban ekoseli küçük bir yün şal; hava epey sisli, epey nemli ve çok erken olduğundan şapkasının üzerine sarılmış beyaz bir mendil ve mendilin altından görünen hasır bir bone ile kurdeleleri vardı çünkü bugün muhtemelen güneşli bir Mayıs günü olacaktı.
Civardaki aileler arasında sık rastlanan tipte bir yüzü vardı: ifadesi tatlı, teni kusursuz fakat hatları biraz asimetrikti. Gözleri berrak bir kahverengiydi. Kolunda, içinde nemli lahana yapraklarından bir yuvaya dizilmiş birkaç tereyağı rulosu bulunan söğütten bir sepet taşıyordu. Kendisine ‘yolda oyalanmaması’ söylenen Margery’di bu.
Sisin içinde bir belirip bir kaybolarak çayırlarda yürümeye devam ederken bu soluk renkli dumanın varlığından pek de rahatsız olmuyordu fakat yol öylesine belirsizdi ki bir sonraki çit merdiveni için rehber olmaktan çıkmıştı. Havadaki rutubet çok fazlaydı, onun hafif adımlarına rağmen ürküp yuvalarına çekilene kadar sayısız solucan yol boyunca çifter çifter yatıyordu. Niçin tüm ağaçlardan uzak duruyordu? Böyle bir havada yıldırım düşme ihtimali yoktu. Ancak yollar kuru olsa da ağaç dallarında biriken sis, başındaki koruyucu mendili kurşun gibi delip geçecek ve bonesindeki kurdeleleri bozacak şekilde damlıyordu. Kayın ve dişbudak ağacından bilhassa uzak duruyordu çünkü diğerlerinden daha art niyetle damlıyorlardı. Kadınların, doğanın mizacını ve hususiyetlerini ne kadar iyi tanıdığının bir örneğiydi bu zira çayırlardan geçen bir erkek, ağaçlardan damlalar aktığını neredeyse hiç fark etmeyebilirdi.
Neredeyse altı buçuk kilometrelik mesafeyi kat ederek tenhada kalan örgü cepheli bir kulübeye varması bir saatten kısa sürdü. Kapıyı zar zor uyanan yaşlıca bir kadın açtı. Margery, tereyağını teslim ederken “Büyükannem bugün nasıl?” diye sordu kadına. “Yanına uğramak için zamanım yok ama ona borcumuzu getirdiğimi söyleyin.”
Büyükannesi her zamanki halinden daha kötü değildi. Genç kız boş sepeti geri alarak sipariş listesinde olmayan bazı işler için yürümeye başladı. Kaymak yapmaya mandıraya dönmek yerine yönünü komşu kasabaya çevirerek aceleyle yoluna devam etti. Ancak fazla ilerleyemeden çantası ağzına kadar henüz bir tanesini bile teslim etmediği mektuplarla dolup taşan postacıyla karşılaştı.
“Dükkanlar daha açılmadı mı Samuel?”
“Yok.” diye yanıtladı omuzları çökmüş yaya doğrulmayı beklemeksizin. “Semerci, nalbur, bir de köyün siyah, süpürge saçlı küçük mühendisinden başka bu saatte açık dükkân olmaz. O üçü panjurlarını altı buçukta açar; sonra yedi buçukta fırıncı, sekizde de manifaturacı başlar işe.”
“Demek manifaturacı dükkanını sekizde açıyor.” diye tekrarlayan Margery’nin manifaturacıyla işi olduğu açıktı.
Postacı yan yola sapmışken genç kız -kendi kendine- artık alışverişe gidemeyecekse kaymak yapmak için mandıraya dönebileceğine razı olmuş gibi adımlarını geri çevirdi.
Durduğu yerden eve giden ana yol kolay ama dolambaçlıydı. Açık ara en yakın rota; çiti aşarak bacaları ağaçların arasından görünen, tablodan fırlamış gibi güzel ve eski bir kır evinin özel arazisine girmekti. Ev aylardır tamamen kapalı olduğundan genç kız çok düşünmedi. Fazladan koruma olsun diye şapkasını şalıyla saklayıp defne çalıları arasından ilerledi, alelacele bahçe sınırını geçti, kalabalık çalıların arasından yoluna devam etti ve etrafı açık çimenliği geçmek için hazırlandı. Kaçak bir avcının temkinli tavrıyla etrafı kolaçan etti önce. Hayatında ilk kez çitten atlamış değildi, fakat nasıl olduysa birden bu tarz hareketleri özgürce yapamayacak kadar kadınlık olgunluğuna yaklaşmış hissetti kendini. Yine de ilerledi ve sisle örtülmeyecek kadar yüksekte olan evin karşısına çıktı.
Ön tarafı taşla örülmüş, gösterişsiz ve pek büyük olmayan yapının dış cephesi, Inigo Jones ve ekolüyle tanınırlık kazanan İtalyan tarzındaydı. Merdivenin dibinde çimenliğe açılan bir kapı vardı. Evin panjurları kapalı, yatak odası perdeleri indirilmişti. Pencerelerden onu görebilecek huysuz bir bekçinin olmadığını fark ettiğinde hızını birden yavaşlattı ve kayıtsız bir şekilde çiçek tarhında gezinmeye başladı. Perdeleri açık bir ev, olası bir casus olduğundan ona göre davranılmalıyken panjurları kapalı olduğunda artık kayıtsızlıkla yaklaşılacak boş bir taş ve harç yığınından ibarettir.
Evin diğer tarafındaki taze çimenlik, bazen açık alanlara inşa edilen ve yıl boyunca kullanılan o tuhaf, yazlık barınaklardan birinin olduğu tepeye kadar uzanıyordu. Mevcut durumda bir turnikenin kolları gibi merkezden yayılan ve her köşesinde oturma yeri olan dört duvardan oluşuyordu, böylece rüzgâr nereden gelirse gelsin her zaman manzarayı izlemek için korunaklı bir köşe bulmak mümkündü.
Sütçü kızın rastgele rotası tepeyi aşarak bu barınağın yanından geçti. Davetsiz bir misafir olarak izlenmesi ve azarlanması söz konusu değilmişçesine aklı başka meselelere kaydı, ta ki barınaktan bir metre bile uzaklaşmamışken arkasındaki çakılda adım sesi yahut bir ayağın sürtündüğünü duyana değin. Biri tüm yıl boyunca buradaydı, görünüşe göre diğer taraftaki oturma yerini işgal etmişti çünkü genç kadın tam da dönmek üzereyken kenardan çıkıntı yapan bir dirsek -bir erkek dirseği- görmüştü.
Eğer şimdi yoluna devam ederse yapmak zorunda olacağı gibi bu kişinin gözleri önünde tepeden aşağı inme fikri hiç de cazip görünmemişti genç kadına. Çünkü davetsiz bir misafirdi ve geri çağrılıp bu özel mülkte ne işi olduğuna dair soruları cevaplamakla yükümlüydü. Bu yüzden usulca yaklaşıp arkasındaki oturağa geçerken refakatçisi gidene değin orada kalmaya niyetliydi.
Adamın hiç de acelesi yok gibiydi. Onu oraya neyin getirmiş olabileceği, aşağıdaki vadide hiçbir şeyin görünmediği ya da keyif vermediği bu puslu sabahın köründe onu orada neyin alıkoymuş olabileceği düşündürtmüştü Margery’i. Ne var ki o sessiz kalmaya devam ettikçe genç kadının endişesi büyüyordu. Adamın çiyle ıslanmış çimenlerdeki ayak izlerini fark etti; evin basamaklarından başlıyorlardı ki bu da onun tesadüfen oradan geçen biri değil, evin sakinlerinden biri olduğunu gösteriyordu. Genç kadın en sonunda gizlice adamın oturduğu tarafa baktı.
İnce ve siyah bıyıklı bir beyefendi, üzerinde sabahlığı ve ayağında terlikleriyle, bu nemli havada başında şapkası olmadan oturuyordu. Bir eliyle alnını sıkıca kavramış, diğerini dizine yaslamıştı. Bu hali kâfi derecede açıklıkla gösteriyordu ki zihni bir ıstırap denizindeydi. Genç kadının gözlerinin alışık olduğu diğer erkeklerden çok farklı bir yaratılışı vardı. Daha önce hiç bıyık görmemişti zira bugün aşağı Wessex’te halktan hiçbir erkek bıyık bırakmıyordu. Elleri ve yüzü Margery’e göre ölü denecek kadar beyazdı ve kendi varlığı dışındaki hiçbir şeye aldırmıyordu. Orada, etrafındaki çalılar kadar hareketsiz duruyor ve gerçekten de neredeyse nefes bile almıyordu.
Düşüncesizce buraya kadar gelmiş olan Margery’nin dileği aynı görünmezlikle geriye dönebilmekti fakat adım atmasıyla çakılda kulak tırmalayıcı sesin yükselmesi bir oldu. Beyefendi, oturduğu yerden şaşkınlıkla sıçrarken sabahlığının cebine bir şey sokuverdi. Margery neredeyse emindi cebine soktuğu şeyin bir tabanca olduğuna. İkili şaşkınlıkla birbirlerine bakakalmıştı.
Görsel Kaynak
Thomas Hardy’s Novella The Romantic Adventures of a Milkmaid — Towards a Distinct British Reading. (n.d.). https://victorianweb.org/authors/hardy/pva83.html
Chanter, R. (2021). Hardy, Thomas, A Changed Man, The Waiting Supper and Other Tales. 1913. Peter Harrington Journal – the Journal. https://www.peterharrington.co.uk/blog/hardy-thomas-a-changed-man-the-waiting-supper-and-other-tales-1913/